Antroposen’de Arkeoloji: Gezegenin bize neden ihtiyacı var?
Çiler Çilingiroğlu*
Bu yazıya Walter Benjamin’in Tarih Üzerine Tezler’ini hatırlatarak başlamak istiyorum. Benjamin’e göre geçmiş gerçek anlamını ve gücünü ancak şimdi ve gelecekle bağlantısı içinde kavrandığında kazanır. Geçmiş, şimdide unutulanları, mağlup edilenleri hatırlayarak varlığını harekete geçirir. Teorik olarak hatırlamayla güçlendirilen praksis, tıpkı bir kaplanın sıçraması gibi, çabaya dinamizm aşılayan şeydir. Bu fikir Benjamin’in tarihsel tezlerinin politik içeriğini oluşturur. Benjamin, “Bizimle geçmiş nesiller arasında örtülü bir anlaşma var” diyor. Geçmiş, bugünün yaşayan gücü olarak tarihin tüm ezilenlerini kurtaracak mesih hareketinin ardındaki felsefi vizyondur. İşte bu nedenle tekrar tekrar keşfedilir, hatırlanır ve yorumlanır; çünkü günümüzün maddi koşulları sürekli değişiyor ve dönüşüyor. Faulkner’ın meşhur sözünü hatırlayalım: Geçmiş asla ölmez. Geçmiş geçmiş bile değil.
BÜTÜN BUNLARI NEDEN SÖYLEDİM?
Çünkü arkeolojide geçmişi geçmiş olaylar silsilesi olarak gören, doğrusal ve ilerlemeci bir anlayışla kavrayan tarih anlayışının devam ettiğini ve “tarihi olduğu gibi anlatmanın” mümkün olduğuna safça inanan pozitivist bir yaklaşımın devam ettiğini düşünüyorum. Ranke’nin ünlü tezindeki “öyledir” ifadesi hâlâ arkeolojik söyleme hakimdir. Bu uzun bir konu, burada bunu doğru düzgün tartışacak yerimiz yok; Ama kısaca şöyle özetleyeyim. Geçmiş-bugün-gelecek arasındaki teorik bağı kuramayan bir disiplinin, kendi bilme faaliyeti üzerine yansıma geliştiremeyeceğine inanıyorum. Öncelikle şunu kabul etmemiz gerekiyor: Tarihi belgeler ve arkeolojik deliller olmadan geçmişe dair bilgi üretemeyeceğimiz gibi, tarihçi aklı olmadan da bilgi üretemeyiz. Başka bir deyişle, kanıtlar tek başına bize hiçbir şey söylemez. Onları “konuşturan” tarihçinin ya da arkeoloğun zihnidir. Gerçekleri birbirine bağlayan, onlara anlam ve düzen veren arkeoloğun teorik faaliyeti olmadan, kanıtlar gürültülü ve çelişkili bir kalabalık olarak kalır. Burada ünlü tarihçi RG Collingwood’un fikirlerini benimsiyorum. Collingwood “tarih nasıl işler?” “Tarih, kanıtların yorumlanmasıyla işler” sorusunu yanıtlıyor. Kanıt, yani yazılı belgeler veya arkeolojik kalıntılar şu anda ve burada olanlardır. Arkeolog bu kanıtlar üzerinde düşünerek geçmiş olaylarla ilgili soruları yanıtlayabilir. Yani arkeolog geçmişi kendi zihninde yaratan kişidir ve tam da bu nedenle omuzlarında büyük bir sorumluluk taşır. Çalışmaları saf, katkısız bir geçmişle ilgili değil, daha ziyade geçmiş-şimdi-gelecek arasındaki arayüzle ilgili. Geçmiş nesillerle örtülü anlaşmamıza atıfta bulunarak günümüzün sorunlarına olan ilgimiz, karşılığını arkeoloğun geçmişi keşfetme ve yorumlama faaliyetinin doğrudan doğasında olan pratik yaşamda bulmaktadır. Arkeoloğun faaliyetinin günümüzde bir karşılığı yoksa, bu durumu dürüstçe sorgulamak gerekir: Benim bilimsel faaliyetimin hayata olan işlevi, ilişkisi ve katkısı tam olarak nedir?
Antroposen çağının koşullarına baktığımızda arkeolojik uygulamalar bu soruyu sıklıkla sormayı zorunlu kılmaktadır. Belki de biz arkeologlar için geçmişi, şimdide yaşayan bir geçmiş olarak kavramak hiç bu kadar gerekli olmamıştı. İnsanlık tarihinin en büyük krizini yaşıyor… Her gün iklim değişikliğinin yol açtığı felaket haberleriyle uyanıyoruz. 2022 Noel tatili sırasında, Amerika Birleşik Devletleri’nde 65’ten fazla kişinin ölümüne yol açan istikrarsız bir kutup jet fırtınasına tanık olduk. Atmosferin 1850’li yıllardan bu yana sürekli olarak ısındığını artık ayrıntılı istatistiklerle biliyoruz. Kuraklık ve kıtlık güncel sorunlarımızdır. Altıncı kitlesel yok oluşun içindeyiz. Mikro ve nanoplastikler kanımızda ve hatta plasentamızda bulunmaktadır. Toprak pestisitlerle zehirlenmiş, yanlış sulama ve monokültür toprağın mineral yapısına zarar vermiştir. Dünyada her yıl milyonlarca insan açlıktan ya da içme suyuna ulaşamadıkları için ölüyor, küçük ada ülkeleri haritadan siliniyor, kitlesel göçler hız kesmeden devam ediyor. Küresel adaletsizlik belirginleşti, toplumsal eşitsizlik, emek sömürüsü, savaşlar ve salgın hastalıklar toplumsal yaşamı tamamen felce uğrattı.
Yaşadığımız bu felaketler çağına Antroposen adı veriliyor. Başka öneriler de var: Kapitalosen veya Plastikosen gibi. Bu çağa hangi ismi verirseniz verin herkesin ortak düşüncesi, insanın gezegenin atmosferik ve ekolojik istikrarını bozan çok güçlü bir aktöre dönüştüğü yönünde. İnsan faaliyetleri, özellikle yaktıkları fosil yakıtlar ve tükettikleri kırmızı et, atmosferi o kadar ısıtıyor ki, dünya iklimi artık öngörülemeyen bir sonuca sürükleniyor. Sıcaklık artışına ek olarak plastiğe, ağır metallere ve kimyasal eserlere olan bağımlılığımız, ekosistemlerin benzeri görülmemiş bir şekilde tükenmesine neden oluyor. Sıradan bir evrim eseri olan Homo sapiens’in kapitalist ahlaki faaliyetleri altında gezegenin ölmekte olduğunu söylemek yanlış olmaz.
ARKEOLOJİLER BÖYLE BİR DURUMDA NE YAPMALI?
Geçmişi maddi kalıntılar üzerinden inceleyen bir bilim dalı olarak arkeolojinin Antroposen krizinin analizine katkı sağlamasını bekleyebilir miyiz? Eğer geçmişi geçmiş ve bitmiş bir şey olarak tanımlamaya devam edersek elbette hayır. Ancak geçmişi bugün de devam eden ve hatırlanan bir şey olarak görürsek ve geçmiş-bugün-gelecek arasında yapay ayrımlar yapmaktan vazgeçersek evet! Bu yüzden Ranke’den ayrılıp Benjamin’e geçmeliyiz.
Tüm bilim dalları arasında arkeoloji, zamansal derinliğiyle iklim krizinin analizine en fazla katkı sağlayabilecek bilim dalları arasında yer alıyor. İnsanın ürettiği ilk aletten başlayarak günümüze kadar gelişimini başka hiçbir bilim dalı inceleyemez. İnsanın biyolojik ve kültürel evrimi birbirine sıkı sıkıya bağlı bir ilişki içinde devam ettiğinden, insanın yeryüzündeki (ve hatta uzaydaki) tüm faaliyetleri arkeolojinin araştırma konusunu oluşturmaktadır. Arkeolojinin ürettiği son derece değerli bilgiler sayesinde artık dünyanın farklı kıtalarında ve iklim bölgelerinde yaşayan insanların çok karmaşık hikayelerini anlayabiliyoruz.
Ani iklim değişiklikleri ve bunların insan ya da toplumların ekolojik dönüşümlerle baş etme sistemleri üzerindeki etkileri uzun zamandır arkeolojinin konusu olmuştur. Özellikle 8.2, 4.2 ya da 1.2 bin yıldaki ani iklim değişiklikleri üzerine birçok çalışma yayınlanmıştır. Ancak bu çalışmaların çoğu arkeolog olmayanlar tarafından yazılmış ve/veya arkeologlar tarafından hâlâ gözden kaçırılıyor ve şüpheyle bakılıyor. Çevresel determinizmin tuzağına düşmemek adına teorik çerçeveden gelen eleştirilere tamamen katılıyorum; Ancak düşündürücü olan, ani iklim değişikliklerinin çok az sayıda bilimsel çalışmada ciddi biçimde ele alınmasıdır.
Çok kolay bir Google Akademik araması bize Türkçe yayınlardaki durumu anlatıyor. Her ne kadar tarih öncesi çalışmalarda paleoiklim veya paleocoğrafya konuları nispeten rutin hale gelse de, örneğin Demir Çağı ve sonrasına ait bilimsel literatüre baktığımızda iklim ve ekoloji konusunun ya hiç tartışılmadığına ya da telaffuzlarının çokça yapıldığına tanık oluyoruz. Antik yazarların görüşleri herhangi bir eleştiriye tabi tutulmadan genel bilgi olarak kullanılmaktadır. Özellikle Tunç Çağı sonrası döneme ait yayınlarda paleoiklim, zooarkeoloji, antrakoloji, palinoloji veya arkeobotanik bilgilere birden fazla rastlamak mümkün değildir. Üstelik bu veriler olmadan araştırdığınız toplumların ekosistemi ve onunla kurulan bağın türü hakkında da herhangi bir çıkarımda bulunmak mümkün değil. Bu nedenle toplumları gezegen ekosistemlerinden bağımsız olarak kavramsallaştırırken korkunç bir teorik ve metodolojik hata içindeyiz. Ulaşmak istediğim sonuç şu: Arkeologlar olarak paleoiklim ve paleoekoloji konularına gerektiği kadar değer vermiyoruz, hatta farklı bir şekilde görmezden geliyoruz.
Milyonlarca yıl boyunca insan toplumlarının birçok iklim değişikliğine tanık olduğu, bunlara farklı tepkiler verdiği, hayatta kaldığı, göç ettiği, yeni teknolojiler icat ettiği veya geliştirdiği tepkiler sonucunda yok olduğu bir gerçektir. Öte yandan her canlı gibi insan da ekolojik çevresiyle bir arada yaşar. Ekosistemin bir üyesi olan insanın geliştirdiği bağın doğası çağlar boyunca sürekli değişip dönüşmüştür. Tıpkı Herakleitos’un meşhur sözü gibi, insan hiçbir zaman ve hiçbir yerde bir nehirde aynı şekilde yıkanmamıştır. Olmak sonsuzdur; Hareket, çelişkiler ve değişim de öyle. Bu nedenle farklı toplumlar aynı ekolojik çevreyi paylaşsalar bile kendilerine özgü kültürel karakterleri aracılığıyla doğal çevreleriyle bağlarını düzenlemişlerdir. Yani tarih bize insan-kültür-ekoloji ilişkilerinin yüzbinlerce benzersiz olanağını sunuyor. Bu kültürel çeşitlilik bize insani kapasite ve potansiyelin yanı sıra farklı “olma” biçimlerini de göstererek bugüne ve geleceğe yön vermektedir. Bu altın anahtarı elinde bulunduran tek bilim dalı arkeolojidir.
Yazının başında da söylediğim gibi insanlığın şimdiye kadar karşılaştığı en büyük kriz ve felaketin ortasındayız. İnsanlar dahil gezegendeki tüm canlılar ciddi tehlike altında. Jeolojik ve atmosferik bir etken haline gelen insan, sorumluluk almazsa, sorumluluk her zaman biz altında olacağız. İklimle ilgili tüm literatür, ne yazık ki güzel günlerin yaşandığını gösteriyor. Bundan sonra hep daha fazla kıtlık, kuraklık, savaş, göç ve ölüm göreceğiz. Kendimizi kandırmaya devam etmenin veya gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmanın hiçbir faydası yok.
SONRA NE YAPMALIYIZ? YOKSA BİR ŞEY YAPACAK MIYIZ?
Bilim adamlarının ve özellikle arkeologların acilen yapması gereken bu konudaki çalışmalara ağırlık vermeyi düşünüyorum. Acil bir bilimsel eylem planı oluşturmalıyız. Geçmiş toplumların iklim değişiklikleriyle mücadelesi konumuz olmalıdır. Yükselen deniz seviyeleri karşısında geçmiş toplumların ne yaptığı ya da yanlış yaptığı bizim iddiamız olmalıdır. Geçmiş toplumların ani ekosistem değişimi karşısında hangi stratejileri geliştirdikleri konumuz olmalıdır. Konumuz geçmiş toplumların diğer canlılarla birlikte geliştirdikleri farklı bakım biçimleri ve bunların zaman içinde dönüşümü olmalıdır. Geçmiş toplumların doğal varlıklarla kurdukları teorik ve pratik bağlantıların çeşitliliği konumuz olmalıdır. Günümüz toplumuna çözümler sunabilmemiz için bunların hepsi bizim iddiamız olmalıdır.
Collingwood’a tekrar başvurmak istiyorum. Kendisinin de söylediği gibi, arkeolojinin konusu geçmiş değil, arkeolojinin konusu insandır ve milyonlarca yıllık zaman derinliğinde insan eylemlerinin farklı olasılıklarını ancak arkeoloji kavrayabilir. Ancak arkeoloji bu kadar güçlü bir yelpazede insan olmanın yollarını ortaya koyabilmektedir.
Burada gezegen için kullanılmayan büyük bir potansiyel görüyorum. Ama zamanımız doluyor. Bu potansiyeli hayata geçirmek için arkeologların teorik yönelimlerini derhal dönüştürmeleri gerekiyor. Kabul edelim ki, klasik arkeoloji meseleleriyle bir yere varamayız. Ne yontma taş ve çanak çömlek tipolojileri, ne ağırşak ve mimari süsleme tanımları bizi kurtaramayacaktır. Nesne tanımlayıcı ve kültürel-tarihsel bir arkeolojiyle en iyi ihtimalle “çömlekçiliğin görüldüğü bir kültürel bölge” tanımını yapabiliriz. Ancak başını çömlek ağız tipine gömen arkeoloğun ülkesi kuraklık ve kıtlıkla boğuşuyor. Yakında ülkesinin birçok şehri sular altında kalacak veya sıcaktan dolayı yaşanmaz hale gelecek. Buğdayın evcilleştirildiği ülkede tarım bitmiş, büyükbaş hayvanların ilk kez evcilleştirildiği ülkede ise yerel et ve süt üretimi yapılmamaktadır. Antik kentlerin paralarında arıların yer aldığı ülkede arılar hızla yok oluyor. Ama biz hala tencerenin ağzı dışarıya mı yoksa içeriye mi bakıyor diye merak ederek vakit kaybediyoruz! Umarım ironiyi doğru bir şekilde ifade edebilmişimdir.
Arkeoloji diğer bilimlerle birlikte çalışmalı ve disiplinler arası değil, disiplinler arası bir uygulama geliştirmelidir. Bana göre ilimlerin amaçlarının belirsizleştiği bu dönemde olayların gerçek gidişatı, bu amaçların tamamen çöküşü olacaktır. Bilimlerin yapması gereken, klasik örgütlenme biçimlerine, yani modern(ist) üniversiteye son vermektir. Her disiplin, zamanla doğadan ve toplumdan kopan, uzmanlaşmış ve uzmanlaşmış çalışma alanlarını birer birer terk etmelidir. Bilim, ziraat, edebiyat ve mühendislik adı altında çalışan, birbirinden habersiz bilim adamlarının tek ortak amaç ve amaç doğrultusunda bir araya gelebilmesi gerekir. Fakülteler ve müfredatlar yeniden düzenlenmelidir. “Antroposen” ya da “İklim Krizi Fakülteleri” kurulmalı. Bu fakültelerde yer bilimleri, sağlık bilimleri, fen bilimleri, sosyal bilimler ve beşeri bilimler disiplinlerarası bir motivasyonla birlikte çalışmaya başlamalıdır. Araştırmaların gezegeni ve insanı Antroposen’den kurtaracak bir program çerçevesinde şekillenmesi gerekiyor. Manevi ve tabiat bilimleri yeniden bir ve bir olmalıdır. Bu çağda ihtiyacımız olan şey daha fazla Albert Einstein ya da Max Plancks değil, manevi ve doğa bilimlerini birlik içinde kavrayan, politik eylemi kendi faaliyetlerinin bir parçası olarak görecek yeni Alexander von Humboldt’lara ihtiyacımız var.
Arkeolojiyi bu değerli adımların vazgeçilmez ve çok değerli bir parçası olarak görüyorum. Ama merak ediyorum: Arkeologlar Antroposen Çağı’nda kendilerini nerede görüyorlar?
*Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Protohistorya ve Yakın Asya Arkeolojisi